İLK MÜSLÜMAN ÇOCUK
Hz. Ali (ra)
“Allah beni yaratırken Ebû Tâlib’e sormadı ki, ben de O’na ibadet etmek için gidip babama danışayım!”
Hz. Ali (ra) 599 yılında (hicretten 23 yıl önce) Receb ayının 13. gününde Mekke´de Kabe´nin içinde dünyaya geldi. Babası Peygamberimizin (Sav) amcası Ebu Talib, annesi ise Esat Kızı Fatime´dir.
O yıllarda Peygamber (Sav) efendimizde Ebu Talib’in evinde kalıyordu. Hazreti Ali’ye “Ali” ismini de Hazreti Muhammed (Sav) vermiştir.
Hz. Ali 6 yaşında iken Peygamberimiz (Sav) onu kendi evine götürdü. Terbiye ve himayesini bizzat kendisi üstlendi. Hz. Ali Peygambere ilk iman edenlerdendir. Hatice validemizden sonra Müslüman olan ikinci kişidir.
Hz. Ali, Peygamberimizin (Sav) kızı Hz. Fatime (as) ile evlenmişti. Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın, Hasan, Hüseyin, Muhsin, Ümmü Gülsüm ve Zeyneb adında beş çocuğu oldu.
Hz. Ali, Peygamberimizin vefatında 33 yaşındaydı. Hz. Peygamber’in (Sav) vefatı sırasında yanında bulunanların başında geliyordu. Hz. Ebu Bekir (ra) halife seçildiği sırada Hz. Ali (ra) Resulullah’ın hücresinde tekfin ile meşgul idi.
Resulullah döneminde gerçekleşen savaşların çoğunda, müslümanların zaferi, Hz. Ali’nin kılıcıyla gerçekleşmiş, bu savaşlardaki fetihleri nedeni ile Hz. Muhammed (Sav) “Ali´den yigit ve Zülfikar’dan başka kılıç yoktur” diyen Hadis´i Kudsi de Hz. Ali’yi övmüştür.
Hz. Ali, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’dan sonra 4. halife olmuştur. Hz. Ali İslam devletini 656-661 yılları arasında yönetmiştir.
Hz. Ali, Peygamber Efendimizin amcası Ebû Tâlib’in oğluydu. Ebû Tâlib, maddi durumu iyi olmamasına rağmen, uzun yıllar Peygamber Efendimizi kendi yanında büyüttü. Hattâ o sofraya gelmeden ailesinden kimseyi yemeye başlatmazdı. Çok tecrübelerle, Peygamberimizin “bereket sebebi” olduğunu biliyordu.
Resûlullah (a.s.m.), Hz. Hatice’yle evlendikten sonra, “amcasının yükünü hafifletmek ve ona minnet borcunu ödemek” düşüncesiyle Hz. Ali’yi yanına aldı. O sıralar Hz. Ali henüz 4-5 yaşlarında bir çocuktu. Bu sebeple, çocukluk yılları Peygamber Efendimizin terbiyesi altında geçti.
Kâinatın Efendisi peygamberlikle vazifelendirildiğinde, Hz. Ali 10 yaşında bulunuyordu. Ona ilk iman etme şerefine, kadınlardan Hz. Hatice, çocuklardan da Hz. Ali ermişti.
Hz. Ali bir gün Peygamberimizle Hz. Hatice’yi namaz kılarken görmüş, hayranlıkla seyre koyulmuştu. Namaz bitince hayranlığını gizleyemeyerek çocuksu bir edayla, Peygamberimize:
“Nedir bu yaptığınız?” diye sordu. Peygamber Efendimiz:
“Ey Ali!” dedi, “Bu, Allah’ın beğendiği dindir. Seni, bir olan Allah’a imana davet ediyorum. İnsanlara ne faydası, ne de zararı dokunmayan putlara tapmaktan sakındırıyorum!”
Böyle bir teklifle karşılaşan Hz. Ali:
“Bunu babam Ebû Tâlib’e bir danışmam gerekir.” dedi.
Fakat Peygamberimiz henüz davasını açıklamakla emredilmemişti. Bunun duyulmasını istemiyordu:
“Yâ Ali, söylediğimi kabul edersen et, etmezsen kimseye söyleme!” buyurdu.
O geceyi düşünerek geçiren Hz. Ali, sabah olunca Resûlullah’ın huzuruna çıktı ve yaşından beklenmeyecek bir şekilde şöyle dedi:
“Allah beni yaratırken Ebû Tâlib’e sormadı ki, ben de O’na ibadet etmek için gidip babama danışayım!”
Hz. Ali bu sözleriyle, Resûlullah’ın terbiyesinde yetişen bir kişiden beklenen olgunluğu göstererek imanla şereflendi.
Artık bundan sonra Hz. Ali, Resûlullah’ı bir gölge gibi takip etti. Fakat anne ve babası başına bir iş gelir düşüncesiyle durumdan endişeye kapıldılar. Fakat Ebû Tâlib, Resûlullah ile görüşüp onu dinledikten sonra, kendisine hak verdi. Kendisi Müslüman olmamakla beraber, Hz. Ali’nin Peygamberimize tabi olmasına rıza gösterdi. Nitekim müşriklerin işkencesinden dolayı endişe eden hanımına Ebû Tâlib şu cevabı verdi:
“Eğer nefsim, Abdülmuttâlib’in dinini bırakmak hususunda bana itaat etmiş olsaydı, ben de Muhammed’e tabi olurdum. Çünkü o halimdir, emindir, tahirdir.”[1]
Hz. Ali daha önce hiç puta tapmamıştı. Onlardan hep nefret ederdi. Mekke devri boyunca Peygamberimizin yanından hiç ayrılmadı. Hicret sırasında da Peygamber Efendimizin yatağına yatmakla mühim bir vazife gördü.
Resûlullah (a.s.m.), Hz. Ebû Bekir’le birlikte Mekke’yi terk etmeden önce Hz. Ali’den o gece kendi yatağında yatmasını istemişti. Yanında bulunan müşriklere ait emanetleri de kendisine bıraktı. Emanetleri sahiplerine verdikten sonra Medine’ye hicret etmesini söyledi.
Müşrikler o gece Resûlullah’ın evinin çevresini kuşattılar. Mevzilendikleri yerden, günün ışıyıp Peygamber Efendimizin evinden çıkacağı ânı gözetlemeye başladılar. Çünkü o zamanın âdetlerine göre, bir insanı evinin içinde öldürmek büyük bir korkaklık sayılırdı.
Resûlullah, yatağına Hz. Ali’yi yatırıp gece yarısı evden çıktı. Yerden bir avuç toprak alıp müşriklerin üzerlerine attı ve Yâsin Sûresi’nin ilk sekiz âyetini okuyarak gözleri önünden çekip gitti. Müşriklerden hiçbiri kendisini görmemişti.
Müşrikler hâlâ bekliyordu. Bir ara Resûlullah’ın evden çıkmış olabileceğini düşündüler. Hane-i Saadet’in penceresinden baktılar. Hz. Ali’yi Peygamberimiz sandılar, “İşte Muhammed yatıyor.” diyerek beklemeye devam ettiler.
Sabah olunca, daha fazla beklemeye tahammül edemeyip içeri daldılar. Yatakta Hz. Ali’yi görünce şaşkına döndüler. Peygamberimizin nerede olduğunu sordularsa da, Hz. Ali cevap vermedi. Müşrikler fazla üstelemediler, zaman kaybetmemek için etrafa adamlar saldılar.
Oradan ayrılan Hz. Ali, emanetleri sahiplerine teslim etti. Üç gün sonra o da Medine’nin yolunu tuttu. Uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra Medine’ye ulaştı. Öyle ki, ayaklarının altı yarılıp kabarmıştı. Peygamberimiz onun bu acıklı hâlini görünce şefkatinden gözyaşlarını tutamadı. Sonra da ayaklarının altını mübarek eliyle meshetti. İyileşmesi için duada bulundu. O anda Hz. Ali’nin bütün ağrı ve sızıları geçti, şifa buldu.[2]
Hz. Ali’nin en mümtaz vasfı, cesaret ve şecaatiydi. Katıldığı bütün savaşlarda kahramaklık ve cesaretin en güzel örneklerini göstermişti.
Mesela Uhud Savaşı’nda müşriklerin bütün güçleriyle Peygamberimizi şehit etmek için saldırdıkları sırada vücudunu ona siper edenlerden biri de oydu. Bir ara müşriklerden bir grup, Resûlullah’a (a.s.m.) doğru geliyordu. Resûlullah, Hz. Ali’ye, müşrikleri karşılamasını emretti. Hz. Ali hücum edip hepsini darmadağın etti. Birisini de öldürdü. Az sonra bir başka grup daha saldırdı. Peygamberimiz onları da Hz. Ali’ye havale etti. Hz. Ali onlardan Şeybe bin Mâlik’i öldürdü.
Bunun üzerine Cebrail (a.s.), Peygamber Efendimize geldi ve:
“Yâ Resûlallah! Ali’nin yaptığı büyük bir iyilik ve civanmertliktir.” dedi. Peygamberimiz de:
“O bendendir, ben de ondanım.” buyurarak Hz. Ali’yi taltif etti. Cebrail,
“Ben de her ikinizdenim.” buyurarak bu taltifi daha da latifleştirdi. Bu sırada semadan şöyle bir ses işitildi:
“Ali gibi yiğit, Zülfikâr gibi kılıç olmaz.”
Hz. Ali, Uhud Savaşı’nda müşrikler tarafından birkaç defa yere düşürülmüş, ama her defasında Cebrail (a.s.) tarafından ayağa kaldırılmıştı.[3]
Hayber’in fethi güçlükle gerçekleşmişti. Çünkü Hayber, volkanik bir arazi üzerinde sağlam kalelerden meydana gelmiş bir yerleşim yeriydi. Medine’den sürgün edilen Yahudilerin çoğu burada oturuyordu. Muhasara devam ederken, bir gün Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Allah ve Resûlü onu sever, o da Allah ve Resûl’ünü sever. Allah, onun eliyle fethi gerçekleştirecektir.”
Bu söz üzerine mücahitleri bir merak sardı. Kimdi bu büyük şerefe nail olacak insan? Sahabilerden birçoğu bu şerefe kendilerinin erişmesini arzuluyordu. Bunlardan biri de Hz. Ömer’di. Bu hadise için, “Kumandanlığı o günkü kadar hiçbir zaman arzu etmedim. Sancak için çağırılırım ümidiyle bekledim.” demiştir.
Herkes dört gözle sabahı bekliyordu. Nihayet beklenen an geldi. Peygamberimiz:
“Sancağı getirin.” buyurdu. Sancağı getirdiler. Resûlullah (a.s.m.):
“Ali nerededir?” buyurdu. Hz. Ali geldi, fakat gözlerinden rahatsızdı. Resûlullah mübarek eliyle gözlerini meshetti:
“Allah’ım! Sıcağın ve soğuğun sıkıntısını Ali’den gider” diye dua etti. Sonra da: “Allah sana fethi nasip edinceye kadar yürü!” buyurdu. Gözlerinin ağrısı geçen Hz. Ali hedefe doğru ilerledi.[4]
Hz. Ali, Resûlullah’ın beyaz sancağını Hayber Kalesi’nin önüne dikti. Bu arada Hayberlilerin kuvvetli ve cesur bir adamı kabul edilen Merhab, askerleriyle birlikte kaleden çıktı. İki kat zırh giymiş ve iki adet de kılıç kuşanmıştı:
“Ben,” diye kükredi, “arslanları bile kılıç ve mızrakla yere seren biriyimdir!” Hz. Ali ise:
“Ben de annemin bana ‘Haydar’ adını taktığı insanım. Cesarette ormandaki en heybetli arslanlar gibiyim. Sizi yaşatmayacak, yere sereceğim!” diye haykırdı.
Yapılan teke tek mücadelede Hz. Ali, Yahudilerin en kuvvetli adamı Merhab’ı ikiye bölerek yere serdi. Manzarayı gören Resûlullah:
“Sevininiz, artık Hayber’in fethi kolaylaştı!” buyurdu.Bunun üzerine mücahitler hep birden hücuma geçip kaleyi ele geçirdiler. Hz. Ali, pek ağır olan kalenin demir kapısını yerinden söküp kalkan olarak kullandı. Harp bitince kapıyı yere bıraktı. Fakat sekiz kişi kapıyı yerden kaldıramadı…[5]
Hz. Ali, Tebük Savaşı hariç, Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara katıldı. Bu savaşa katılmamasının sebebi de, Resûlullah’ın Medine’de, yerine onu vekil bırakmasıydı.
Cihat ordusundan geri kalmak, Hz. Ali gibi bir kahramana çok ağır gelmişti:
“Yâ Resûlallah,” dedi, “siz beni çocuklar ve kadınlar arasında mı bırakıyorsunuz?!”
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
“Harun’un Mûsâ’ya vekâlet ettiği gibi, sen de bana vekâlet etmeyi istemez misin? Ne var ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir.” buyurdu.
Hz. Ali bu ifadeler üzerine rahatladı ve Peygamberimizin vekili olarak Medine’de kaldı.[6]
Hz. Ali’nin en bariz vasıflarından biri de, ihlasıydı. Her işinde Allah’ın rızasını esas maksat yapmıştı. Bir işe nefsi ve duyguları karıştığı zaman hemen ondan yüz çevirirdi.
Hz. Ali Kufe’de bir camide ibadet ederken bir Harici olan Abdurrahman İbn-i Mülcem tarafından yaralandı. Hz. Ali iki gün kendi evinde yattıktan sonra, 661 yılında 63 yaşında iken (hicretin 40. yılı) Ramazan ayında şahadete erişti. Allah ondan razı olsun.
HARUN YUSUFOĞLU
İHL MESLEK DERSLERİ ÖĞRETMENİ
Adres:
MERKEZ MAH. DAVUT AKSU CAD. KARS ANADOLU IMAM HATIP LISESI BLOK NO 100A MERKEZ / KARS
Telefon
04742235715